10 Ağustos 2015 Pazartesi

Toplumun Mcdonaldslaştırılması - George Ritzer / İş Yaşamı Notları (Verimlilik, Hesaplanabilirlik, Öngörülebilirlik, Denetim)

Geçtiğimiz ve ortadan kaybolduğum bir ayı özel sektörde çalışarak geçirdim. Kendime ayırıp şuraya bakacak zamanı inanın bulamadım ama bu sayede yüksek lisans öncesi -olursa tabii- hem para kazanma imkanı buldum hem de dersten ve kitaptan gördüklerimi sahada analiz etme imkanı buldum. Bugün biraz diğer yazılarımdan farklı olarak şirket hakkındaki gözlemlerimi George Ritzer'in "Toplumun Mcdonaldslaştırılması" ve "Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek" kitapları ışığında konuşacağım. Kitaplarda Mcdonalds şirketleri başta olmak üzere bir çok günümüz şirket yapılanmaları üzerine analizlerde bulunuluyor. Bilimsel takılıp teknik bilgilere fazla boğulmadan bunu yapıyor olması okunabilirliğini kolaylaştırıyor. Sözünü ettiğim ilk kitap ilk basımını 1998'de yapmış. 2000lerde özellikle internet ve akıllı telefonlar sayesinde pazarda meydana gelen değişimler sonucu üzerine söylenecek daha fazla şeyin ortaya çıkması, bunun yanında gerekli düzeltmelerin olması ise ikinci bir kitabın çıkma ihtiyacını doğurmuş.Yani  "Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek" kitabı "Toplumun Mcdonaldslaştırılması"nın güncelleştirilmiş bir devam kitabı denebilir. Sadece biri okunsa da anlaşılır ama derinlemesine anlamak ve daha fazla örnek için ikisini de okumak faydalı. Gelelim benim kendi küçük gözlemlerime. Bir ayda envanter sayımı dahil market içinde görebileceğim her şeye tanık olacak kadar şanslıydım. Ancak yine de bunun profesyonel bir analiz olmadığını belirtmek isterim. Yine de bu tip şirketlere girenlere iyi bir kaynak olabilir sanırım.

Ritzer'e göre günümüz şirketlerin ya da onun deyimiyle Mcdonaldslaştırılmış kurumların temel aldığı 4 şey vardır: Verimlilik, Hesaplanabilirlik, Öngörülebilirlik, Denetim. 


19 Temmuz 2015 Pazar

Bazı kadınlar, Bazı erkekler...

Bazı kadınlar vardır...
Yoldan geçerken takılır gözleriniz
Dizine yatıp ruhunuzu ellerine bırakasınız gelir.
Teninin sıcaklığında erir gidersiniz.
Dingindirler, savaşmazlar dünya ile.
Gözlerinin içinde bir kadının bin bir halini görürsünüz.
Erkek olmanın bin bir halini de size yaşatırlar.
Sıcaktır, şefkatlidir, bağışlayıcıdır, dişidir.
Ne giyerlerse giysinler cinsellikleri değildir üzerlerinde ki.
Kadın olarak vardırlar, cinsellikleri sadece erkeklerine özeldir, size kapalıdır, göremezsiniz.
Plajda bikinili bile olsalar ''kapalı'' kadınlardır onlar.
Siz ulaşamazsınız kendileri gelmedikçe.
Bazı kadınlar ''kadın''dır.

24 Haziran 2015 Çarşamba

Pinnucia Bahar Okuma Şenliği Raporu.

Mart sonrasında blogu da kitapları da maalesef epeyce boşladım. Aslında burada bu yüzden özür dilemek istiyorum. İlk yarıdaki performanstan sonra aşağıdaki tablodan bir parça utanmadım desem yalan olur. Bir kere işsizlik  başta olmak üzere bazı kişisel yaşam problemleriyle uğraşmam kitap okuyacak zamanımı da kısıtladı olan zamanda da kafam fazla dolu oldu. İkincisi okuduklarımdan özellikle "Genç Werther'in Acıları" ve "Kurtlara Söyle Eve Döndüm" kitapları beni etkiledi ve bir süre iptal oldum okuduğumda ki hakkındaki yazılarımda da ne kadar etkilendiğimi görebilirsiniz. Bir de ben genel olarak havalar ısındıkça kitaplardan filmlere dizilere animelere doğru kayarım. Sıcaklarda beden zaten mayışıyorken okumak biraz zorlaşabiliyor, hele ki Ramazan'ın yaza geldiği şu günlerde. Tabii bunların hiçbiri mazeret değil ama insan biraz kendini rahatlatmayı seviyor böyle.

Şu an iş buldum gibi hayatımı düzene oturttuğumda blog işlerini toparlayacağım. Bu etkinliğin yaz olanına katılabilir miyim bilmiyorum ama tamamlayamadığım diğer okuma listesine de devam edeceğim.

20 Haziran 2015 Cumartesi

Zaman Çarkı ve Filmler / Baba Tiplemeleri

Anneler çocuklarını her zaman en çok düşünen en bağlı olanlardır. Doğum sırasında ve sonrasında bazı bunalım geçirenleri dışarıda tutarsak hayatı boyunca hormonları onu doğuma ve çocuğunu büyütecek sabra, sevgiye hazırlar. Adet döngüsü doğumun bir provasıdır ve bir belgeselden öğrendiğim kadarıyla da doğum sonrası ilk göz kontağı kurulduğunda da aradaki sevgi bağı biyolojik olarak oluşur. Bu yüzden anneler evlat sevgisini öğrenmeye gerek duymazlar içlerinde bir yerde hissederler. Bu doğalarında vardır. Ancak babalık daha farklıdır. Babalarda bu çeşit hormonal bir hazırlanma yoktur sadece karşı cinse karşı beslenen bir arzu vardır. Bu yüzden yaşamı veren öz babanın içinde olsa bile babalık sonradan öğrenilen bir durumdur. Babalık ciddi bir iştir, ataerkil toplum olduğu düşünülürse hele hayatınızı düzene sokmanız ve giderek büyüyen masrafları karşılamanız sizden beklenir. Annenin de çalıştığı durumlarda bile para kasası baba görülür. Bazıları babalığı burada bitirir. Bebekken her varlık güzeldir küçüklüğünde baba için çocuk akşamları sevilip oynanacak bir varlık olur, büyüdükçe ise uzaklaşır ve bazen sadece parasal yükümlülüğü karşılamanın yeterli olduğunu düşünür. Geri kalan tüm sorumlulukları anneye bırakır. Bu biraz toplumsal bir olgu. Küçük bir devlet gibi yapılanmış ataerkil geniş ailede baba olmak bir liderlik vasfı yürütüyordu. Otorite figürü olmak için sert olması gerektiğini düşünüyor ve belli bir saygı bekliyordu. "Babaya karşı gelinmez." olgusu bunun bir kanıtı ya da çocukların kötü alışkanlıklarını babadan gizlemesi, önünde rahat oturmaması gibi bir çok gereklilik de mesafeleri artırır. En sonunda bir diziye de isim olmuş "En son babalar duyar" durumu oluşur. Tabii modernite arttıkça biz gibi geç modernleşen ülkelerde bile bu durum yavaş yavaş azalmaktadır. Tabii babaları tek bir tiplemeyle özetlemek mümkün değil.

13 Haziran 2015 Cumartesi

Mim

Kronik okur'dan gelen mim önerisi için teşekkürler. Kararsız kaldım biraz sorularda ama bakalım...

1-Klişe bir soruyla başlayalım:Film mi? Kitap mı? 
Kitapta sahnedeki görüntülerden fazlası vardır her zaman. Bazen bir cümle geçer o an okuduğunda kafandaki milyon soruya cevap ya da sorulara sebep olur. Filmde bu yapılamaz mı çok başarılı bir yönetmense evet. Ama çoğu zaman hayal gücünden yoksun ve bol bol fan servis oluyor. Eh haliyle kitap kötü bile olsa filme göre açık ara önde oluyor.

2-Ne tür kitapları tercih edersin? 
Kitap tarzım o anki kafa yapıma göre değişir. Bazen kaçabileceğim fantastik diyarları ararım bazense biraz ciddiyet ister daha felsefik kitaplara yönelirim. Kitaptan beklentim bana bir şeyler katabilmesidir. Yukarıda dediğim gibi bir cevap ya da önemli bir soru dile getiriyorsa o kitap baş tacımdır.

3-Bir yazar olsan kim olmak isterdin? 
Zor bir soru bu. Bir çok seçenek var yazıp yazıp siliyorum. Weis Hickman ikilisi gibi olmak isterdim sanırım.

4- Bir kitap yazmaya karar versen aklına gelen ilk konu hangi türe gelirdi? 
Fantastik elbette. Bol çetrefilli bir dünya yaratırdım.

5- Çok başarılı bir kitap yazdın. Film mi yoksa dizi mi olmasını isterdin ya da kitap olarak kalmasını mı tercih ederdin? 
Diziye çevrilsin diyebilirdim. Ama olaylar bir noktadan sonra değişmeli. Kitabı daha güzel diyenler sağolsun belli bir merak faktörü yaratılmış olurdu.

6- Issız bir adada yanına yol arkadaşı olarak seçeceğin kitap karakteri kim olurdu? 
Tutunamayanlar'ın Selim'i

7- Hayatın boyunca sadece tek bir yazarın kitaplarını okuma şansın olsa bu kim olurdu?
Robert Jordan

8- İki yazar beraber bir kitap yazsa harika olur dediğin iki yazar düşün. Kim onlar? 
Dostoyevski ile Albert Camus birleşirse iyi bir iş çıkabilir bence. Hatta kendi karakterlerini buluşturup bir piyes gibi sohbet ettirsinler. Bayıla bayıla okunmaz mıydı?

9- Sonunu değiştirmeyi en çok istediğin kitap? 
Kurtlara Söyle Eve Döndüm...

10- Önermekten sıkılmadığın, ''Dünya okusun!'' dediğin bir kitap sorsam? 
Zaman Çarkı ki blog da ismini oradan alır.

11- Eyvah! Bir kitabın içine hapsoldun, hem de ana karakter olarak. Hangi kitap olsa ''Beni burada bırakın.'' derdin?
Empati. Sırf yeteneği için ana karakterin öyle kalmaya varım ben.

Görüp yapmak isteyen herkesi mimliyorum. İlgilenenlere şimdiden teşekkürler.

8 Haziran 2015 Pazartesi

Durarara - Kitle ve İktidar - Şifrepunk / Kitle Ruhu ve HDP

Durarara!  animesinden daha önce internetin yeni bir alttan küreselleşme yolu olması bakımından bahsettim. Sistem sendikaları büyük ölçüde parçalamış, mesleki rekabet ortamı ve neoliberal çalışma politikaları sayesinde insanlara kaybedecekleri çok şey verildiğinden kendisine muhtaç etmişti. Borçlandırma yoluyla sağlanan gönüllü kölelikten bahsetmiyorum bile. Böyle bir ortamda insanlar hala kitlelere ihtiyaç duydular. Bu yüzden interneti yarattılar. Animede bu durum Dollars örgütü ile anlatıldı. Bir çok farklı derdi, yaşamı olan dollars üyeleri giderek kontrolsüzce büyüdü. Birbirleriyle kurdukları bağlar sayesinde animede pek çok kez istediklerinde neler yapacaklarını gösterdiler. Bundan etkilendiğimi daha önce de belirtmiştim. Çünkü bu tıpkı kapitalizmin her zaman kendini yeniden üretmesi gibi karşıtı da sovyetlerin çöküşünün ardından farklı bir biçimde kendini yeniden ürettiğini gösteriyordu. Peki ama neden? Cevabı nobel ödüllü yazar Elias Canetti'den dinleyelim.




"İnsanı bilinmeyenin dokunuşundan daha çok korkutan hiçbir şey yoktur. İnsan kendisine değen şeyi görmek ve tanımak hiç değilse sınıflandırmak ister. Yabancı herhangi bir şeyle fiziksel temastan her zaman kaçınma eğilimindedir. Karanlıkta beklenmedik bir dokunuşun sebep olduğu korku paniğe kadar varabilir. Üzerine giydikleri bile yeterli bir güvenlik duygusu vermez. Giysileri yırtmak ve kurbanın çıplak, yumuşak savunmasız etini delmek kolaydır.

1 Haziran 2015 Pazartesi

Eğitim Üzerine

Hırsız abimiz yemiş bir halt sonra kameralar ona çevrilince ekran karşısında suratına tükürmeye başlayacak amcalarımıza teyzelerimize bir şey demesi lazım ki bir dursunlar. Hemen bulmuş: Eğitim şart. Bu hemen her konuda artık ezbere olmuş bir şekilde ortaya atılan bir laf haline geldi. Eğitimin önemi reddedilemez elbette ancak daha önce yorum yapan arkadaşlardan birine de söylediğim gibi gerçekten de her şeyi düzeltecek olgunun eğitim olduğuna inanmıyorum. Beyin bedava diyen bir abimiz vardı ya çok haklı. Bu dünyada ne insanlar gördüm baksan okul okumamış ilkokul mezunu ama dünyayı o profesörlerden çok daha iyi anlıyor. Çünkü oturmuş sorgulamış bir şeyleri fikir üretmiş kendince bir anlam katmış her şeye. Demek ki eğer istenirse insanın bir şeyleri birinden duymaya ihtiyacı yok. Bir bebeğin konuşmayı yürümeyi öğrenmesi gibi etrafını izleyerek anlamlandırarak sorgulayarak bir çok şeyi öğrenebilir. Henüz dünyada okullar yokken filozoflar vardı. Tarihin karanlık devirlerinden çok tanrılı dönemlere kadar insanlar doğayı anlamak ve hakimiyet kurmak için düşündüler. Bugünün toplumsal değer, insan hakkı dediğimiz şeyler o gün düşünülerek bulundu. Sonra insanlar bilgilerini birbiriyle paylaşmaya başladılar. Bunların kimi deneme yanılmayla bulunan gündelik bilgi, kimisi icatlarla ilgili teknik bilgiydi. Kimi ise anlamlandırılamayan şeyler için uydurulmuş hikayelerdi. Safsatalar, batıl inançlar... En sonunda bilgi satan filozoflar olarak bilinen sofistler önce siyasetçilere halkı nasıl dolandıracaklarını, ah pardon, nasıl hitap edeceklerini veren okullar açmaya başladılar. Sonra bu yaygınlaştı ve bugünün temelini oluşturuldu. Ama düşünmeye hep bir elit anlam yüklendi. Yunanlarda okula yalnızca üst sınıftan insanlar kabul ediliyordu. Kimse alt sınıftan birinin fazla düşünmesini istemedi. Bunun için vakitlerini aldılar, kendi sözlerini onların anlamlandıramayacağı elit bir dile çevirdiler, sesleri çıkmaya kalktığında ya küçümseyip buldukları bir cahillikle alay ettiler ya da o sesten geriye geleceğe bir miras kalmasını engellediler. 

29 Mayıs 2015 Cuma

Genç Werther'in Acıları / Yaşam, Ölüm, İntihar

Genç Werther'in Acıları... Bu kitabı ünlü yapan şey kuşkusuz dünya hakkında Yeraltından Notlar ya da Düşüş gibi kült eserlerde gördüğümüz ciddi eleştirilerden daha çok işlediği intihar temasıdır. Bu bakımdan Tutunamayanlar gibi bir çok eserde de kitaptan izler buldum okudukça. Kitap zaten gerçekmiş gibi içten yazılmış, bir de üzerine Tutunamayanlar'da olduğu gibi gerçekmiş havası verilmiş. Olayların ne kadar gerçek olduğu muamma. Bahar Karları ve Kaçak Atlar kitaplarını incelediğim Yukio Mişima bu dörtlemenin akabinde intihar ediyordu ve ikinci kitap intiharının provası gibi görülüyordu. Werther de aslında Goethe'ye o kadar benziyor ki bazıları sadece yazıp hislerini kanalize edemediği için intihara sürüklendiğini buna karşılık Goethe'nin yazdığı için kurtulabildiğini söylüyor. Kim bilir belki de yazar o kadar cesur olamamıştır fikre kendini alıştırmaya çalışmasına rağmen.  Kitabın can yayınları önsözünde Werther'deki sorunu şöyle tanımlar: Ona mutlu bir dünya yaratan, ama aynı zamanda da altında ezilmesine neden olan güçlü bir hayal gücü. Bu tanım bir çok açıdan yerinde okurken ben de onu düşündüm. Olaylar sadece Werther'in bakışından geçtiği için hangisinin gerçek hangisinin çarpıtılmış bir gerçeklik bir hayal olduğunu anlamak güç olabiliyor. Kaldı ki tüm bunlar olmasa bile insan çevresini kendi taktığı gözlükten görüyor. Hepimizin görünmez gözlüklerimiz var. Birbirine sarılmış iki sevgiliye muhafazakarlar insanların ortasında yapılmış bir ahlaksızlık örneği olarak bakıyorlar, kiminin aklı oğlanın kızı ne zaman yatağa atacağında oluyor, kimi kendi yalnızlığını görüyor, kimi kendi aşkını hatırlıyor. Ya da nefret ettiğimiz ve sevdiğimiz insanları düşünün. Bu insanlar sadece iyi ya da sadece kötü müydü. Birini gerçekten sevebilmek için onun tüm karanlığını görmek gerekir ondan sonra hala sevebilmek gerekir. Ama insanların sevgileri kolaylıkla nefrete dönüşüyor. Bazen olmayan bir karanlık yaratılıyor o kişide. Kuşkularla hayallerle örülmüş bir karanlık. Kurtlara Söyle Eve Döndüm -evet bu onu aldığım üçüncü yazı olacak ama olsun güzel kitap- kitabını bir kere daha hatırlayacak olursam orada daha önce de dediğim gibi Greta'nın yaptığı kötülüklerdeki güdüsü bambaşkayken June sadece kendi gözlükleriyle görüyordu onu. Kardeşinin her şeye sahip olması mutlu olduğunu sanmasına neden olmuştu. Bu yüzden ondaki mutsuzlukları görememişti. Yaptıklarını salt bir kötücüllük, şımarıklık, kendisine yöneltilmiş bir nefret olarak almıştı. Werther de böyle kendi gözlükleriyle görüyor her şeyi ve o gözlüklerle asıl görüntünün farkını çok da anlayamıyoruz.

27 Mayıs 2015 Çarşamba

Kurtlara Söyle Eve Döndüm - Carmilla / Eşcinsellik Üzerine

Dünyadaki her şey değişkendir. Doğa değişir, bizzat biz de yaparız bunu kendi kendine de olur bazen. İnsanın kendisi değişken sırf dışarıdan bile büyüme ve yaşlanma diye bir olgu var. Kişiliğimiz değişmez derler yedisinde neyse yetmişinde odur derler ama bu dedikleri belli bir özdür onun da değişmesi zordur imkansız değil. Toplumlar da değişir ki içinde yaşadığımız çağda bu değişim inanılmaz bir hızla gerçekleşiyor. Ancak değişimin korkutucu bir yanı vardır. Çünkü ölümü, yok oluşu hatırlatır. İnsan fiziksel olarak değişirken başta bu değişim hoşuna gider, diğerlerinin arasına kabul edilip lafının dinleneceği yetişkinlik günlerini özler belki onların o küçüklükte ulaşılamaz yanlarını. Ama bir yaştan sonra değişimi durdurmaya çalışır. Kremler, estetik ameliyatlar, doktordan önerilerle özel diyetler, ilaçlar... Hayattaki diğer şeyler neden böyle olmasın? Bir kere toplum ve toplumla ilgili şeyleri insana benzeterek düşünmek gibi yaygın bir anlayış vardır. Örneğin sürekli söylediğim şey insanlardaki bencillik ve kibrin toplumlarda ırkçılığa ya da daha normal düzeyde millet bilincine dönüşmesidir. Kültür ve dine bu açıdan bakarsak mevcut düzeni kurdukları düzeni bozmamak konusunda neden bu kadar katı olduklarını çok daha iyi anlarız. Değişim kültürler ve dinler için yozlaşma demektir. İşlerin bozulması kurduğu yapının yıkılmasıdır. Burada ona iki yol kalır. Yollardan birincisi değişime uyum sağlamak ve her farklılığı kendi kontrolüne alabilmektir. Bu bir yere kadar yapılabilir bir yerden sonra zorlaşır ancak kapitalizmi düşündüğümüzde daha önce de açıkladığım sebeplerle bunu iyi bir şekilde yapabiliyor. Peki ya din ya milletlerin kültürleri? Onlarda işler değişir. Bir kere din zaten önceden belirlenmiş kurallar bütünü olduğu için ondaki her bir değişim yozlaşmadır. Çünkü bugüne uymayan din gerçekliğini kaybetmiştir. Sonu sadece karanlık bir yok oluştur ve bundan korkarlar. Hem de delicesine. Kültürler bu konuda daha rahat ama onlar da küreselleşme ile savaş veriyorlar. Kendilerini farklı yapan yanlarını kaybetmekten korkuyorlar. Çünkü bunu ellerinden aldığınızda yok olmuş olacaklar. Onlar da korkuyorlar. İnsan korktuğunda kendisine düşman arar. Kimi ben gibiler küresel güçleri ve parayı suçluyorlar değişimle kaybettikleri ve kaybedecekleri için diğerleri ise daha gücünün yetebileceği kişileri: Yabancıları, göçmenleri, alt kültür dediğimiz azınlık grupları, eşcinselleri, toplumdan kopuk onlara göre yoz yaşayanları, açık giyinen ahlaksız buldukları kadınları...

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Oblomov / Asosyallik Sebepleri ve Sanal Dostluklar

Videodaki arkadaş Dost Kayaoğlu. Kendisi belki bilenler vardır oyun videoları çeken kendi çapında ünlü bir youtuber. Bugün burada kendisinin 3:39 dakikadan başlayarak anlattıkları üzerine konuşacağım. Ara sıra pek çoğunun adeti olduğu üzere kanalla ilgili planları ve kişisel konuları hakkında vloglar çekiyor. Sanal alem hakkında daha önce konuşmuştum. O yazıda internetin tüm o cyberbully dediğimiz kendi eğlenceleri için birilerini rezil eden tiplerinden bahsetmiştim. Onlara ve daha kötüsü dolandırıcılara, sapıklara belki katillere ev sahipliği yapmasına rağmen dış dünyadan o kadar da farklı değil. Bizi milyonlara rezil edebiliyorlar diyebilirsiniz. Ama düşünsenize mehehe diye güldükten sonra hangisi sizi gerçekten umursayacak? Bir süre sonra gördüklerinde tanımayacaklar bile artık eskimiş olacak sizi rezil eden haber. Tıpkı daha küçük bir çevreye rezil olduğunuzda olacağı gibi. Bırakalım bunları da sanal ortamın olanaklarına bakalım. İnsanlar burada yepyeni bir çevre kazanabiliyorlar. Gerçek yaşamda hissettikleri yaşanabilecek pek çok olayı yaşayabiliyorlar. İnternetin güzel yanı burada kendi çevrenizi seçmenize ve en azından başta onlarla güvenilir bir mesafede olabilmenize olanak tanıması. Dost Kayaoğlu'nun anlattıkları arasında dikkatimi çeken ilk kısım bu oldu. Kendi çapında sosyal olmasının dışında dışarıdaki insanların bakışıyla sosyal olamamasının sebeplerini anlatıyor. Sebeplerden biri konuşulan konular. Sıradan insanların sıkılmadan saatlerce konuşabilecekleri konuları vardır. Belirli bir samimiyet yoksa arabalardan, futboldan -kızsa makyaj kataloglarından, şarkıcılardan- samimiyet geliştikçe de iş yaşamındaki zorluklardan, Türkiye'deki cinayetlerin %90'ının sebebi haline gelmiş kız-erkek meselelerinden ki hele erkekse ve bir şeylerin uyanmaya başladığı dönemde sap geziyorsa zihninin düştüğü o arzular selinden uzun uzun konuşurlar. Arkadaşın çevresinde de bunlardan bolca olduğu ve sıkılıp uzaklaştığını söylüyor. Asosyal insanların kendilerini dışarıda bırakmalarının sebepleri arasında en önemlilerden biri zaten budur. Diğerleriyle aynı yöne baksalar bile gördükleri başka bir şeydir ve onların aksine buna katlanamazlar.



22 Mayıs 2015 Cuma

Kurtlara Söyle Eve Döndüm / Asosyallik Üzerine

Asosyallik bazen çok derin bazense daha alt düzeyde toplumdan kopuk olma insanlarla ilişki kurmada zorlanma anlamına gelir. İş gücünün yarattığı yabancılaşma, ailelerin çocuklarını yetiştirmek için zaman ayıramaması ya da ayırdığı zamanlarda yaptığı hatalar, fazlasıyla yaşam ve insanlar hakkında felsefi düşüncelere dalıp, daha önce bahsettiğim gerçek hastalığına yakalanmak... Bunların bir ya da birden fazlası ve belki sayamadığım bir çok sebeple insan asosyalliğe sürüklenir. Bazıları hallerinden gayet memnundur gerçekle yüzleşmeleri gereken bazı anlar dışında öyle olduklarını hatırlamazlar bile. Örneğin daha önce de hayran olduğumu açıkladığım Uzun Çorap Pippi tüm o deliliği, ilginç adetleriyle toplumdan kopuk hayatından gayet memnun bir hava verir. Ama bir gün yetişkinlerin de olduğu bir davete katılmıştır. Viktoryen kadınların havalı sohbetleri sonunda hizmetçilerine dayanır. Pippi'nin bir hizmetçisi oldu mu gerçekten bilinmez ama yoksa da hayal gücü ile bir tane yaratıvermiştir. Onlara kendi garip hizmetçisinden bahseder durur ve sohbetlerine katılmaya çalışır ama elbette ki hem yaşı hem de söylediklerindeki absürtlük yüzünden umursanmaz hatta can sıkıcı bulunur. Pippi'nin tosladığı bir duvardır bu ve karakteri hüzünlendirir.

"Zaten ben de öyle sanmıştım. Nasıl hareket etmem gerektiğini bilmediğimi! Denemenin de faydası yok, belli ki asla öğrenemeyeceğim. Keşke denizlerde kalıp hiç dönmeseydim."


20 Mayıs 2015 Çarşamba

Hopi Reklamı - Wall Street II / Küreselleşme ve Neoliberalizm

Son zamanlar çok konuşuluyor bu Hopi reklamı ve normalde reklamlar üzerine derin düşüncelere girmeyen hatta pek çoğunun basitliğiyle dalga geçen biri olsam da bu reklam epey eğlenceli ve başarılı olmasının yanında sistem hakkında da çok şeyi ele veriyor. Öncelikle şarkısı. Tolga Çevik'in kılık değiştirme konusundaki ünü özellikle "Patron Mutlu Son İstiyor." filminden belli olmuştu zaten. O filmde patronu da aynı kişinin oynadığı zor anlaşılmıştı. Burada da o yeteneğini konuşturmuş hem de ne konuşturmuş. Ustaca kullanılmış teknolojilerle onlarca farklı tarzda farklı görünüşlerde olan insanlar tek bir yüze sahip. İşte küreselleşme son ve olgun haliyle tam da budur. Küreselleşme dünyayı dev bir köye çevirmeye çalışır evet, büyük batılı değerleri en üst kabul eder. Kavram ilk ortaya çıktığında eski modernite içinde milleti ne olursa olsun takım elbise içinde aynı görünen aynı şekilde davranan aynı şeylere ilgi gösteren insanlar için kullanıldı. Tüm dünyada gelişimle birlikte köylülerin kentlileşeceği kentlerin de bir batı idealine göre kendilerini düzenleyeceği iddia edildi. Ama bu sorunlu bir işlemdi. Zira farklılık olmadan tüketim de olmazdı. İnsanlar belli bir şeyi bir kere aldıktan sonra ikincisini hadi onu sattınız üçüncüsünü satmak zordu. Postmodernizmle birlikte farklılıklar ön plana çıkarılmaya başlandı. Küçük güzeldir sloganıyla herkes için ayrı tarzlar oluşturuldu. Kültürlerin tarzlarını koruması desteklendi zenginlik olarak gösterilmeye çalışıldı. Ama yeni modernitenin birbirinden farklı tarzlardaki insanlarla modernite öncesi farklılığın arasında büyük bir ayrım var. O da bu reklamda kendini gösteriyor. Tüm yüzler aynı. İnsanlar farklı giyiniyor olabilir, farklı mekanlara gidiyor olabilir, farklı düşünüyor bile olabilir ama bütün bunlar tek bir tüketim kültürü insanının farklı biçimleridir sadece. Kadını erkeği yaşlısı genci hepsi aynı yüzün farklı şekillere sokulmuş halleridir. Tıpkı reklamda söylediği gibi.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Golem ve Cin - Spinoza Problemi / Tanrı ve Din Üzerine

Narziss ve Goldmund'da tartışmaların büyük bir kısmı din üzerineydi. Goldmund dünyayı ve kötülükleri tanıdıkça Tanrı'nın varlığını kötülük problemiyle sorgulamaya tabii tutuyordu. Karakter daha önce de belirttiğim gibi vebayı aç insanları zorbaları görmüş ve Tanrı'nın eğer varsa kötü ve zorba bir varlık olduğunu düşünmüştü. Ölümüne kadar hep sorguladı öldüğünde de canını alan olarak Tanrı'yı değil annesini kabul etti. Aslında bu davranışın temelinde Tanrı'yı insani bir varlık gibi düşünme inancı var. İlkel insanların yaptığı putları bir düşünün. Zencilerin yaptığı putlar zenci, beyazlarınki beyazdı. Mitolojilerdeki Tanrılar aşık oldular, evlendiler, insani öfke ve hırslarla birbirlerine karşı savaştılar, entrikalar çevirdiler. İnsanın düşünme kabiliyeti O'nu yada onları bundan başka bir halde hayal edemiyordu. Çok tanrılı dönemde kötülük kanıtı diye bir şeyden bahsedilemezdi. Zira iyi olan tanrılar da vardı günah keçisi yapılacak kötü tanrılar da. Hades, Seth ya da Loki başa gelen belaların suçlusu kabul edilmeye hazırdılar. Sorun tüm bunların yerini tek bir tanrının almasıyla başladı. O zaman kötülükler elbette ki son bulmadı insanlar onu doğuran karanlığı yanlış yerde arıyorlardı. Özellikle kitabın da konu ettiği vebanın dünyada kol gezdiği zamanlarda daha çok sorgulandı, isyan edildi. Bir şeyler yapılmalıydı. Cinler ve şeytanlarla kötü cadılarla ilgili hikayeler yaydılar insanlar ama bu da yeterli değildi elbette. Sonuçta Tanrı onların hepsinden daha güçlü olduğu iddiasında değil miydi? O zaman neden durdurmuyordu ya da neden sadece kötülere göndermiyordu lanetini. Masum olduğu iddiasındaki -ki dünyada masum kalmak imkansızdır- insanlar kendilerine neden bunun reva görüldüğünü anlayamıyordu. Cevap aslında kitapların kendisinde bir kıssanın içinde verilmişti. Eyüb'ün kıssasında. O bir peygamberdi, pek çok insandan daha masumdu ve buna rağmen Tanrı onu sebepsizce cezalandırdı. Çektiği acılarla onu sınadı. Müslümanlardaki Eyüp sebatla bekledi ama Hristiyanlardaki neden böyle yaptığını sorma ihtiyacı duydu. O insanların sorduğu aynı soruyu sordu.

14 Mayıs 2015 Perşembe

Alacakaranlık - Max Horkheimer / Kapitalizm Alıntıları

* İhtiyaç duyulan ideolojiler ne kadar hızlı geliştirilirse o kadar sert yöntemlerle korunmaya mahkumdurlar.

* Engizisyon karşıtları için alacakaranlık gün doğumudur. Kapitalist alacakaranlığı ise günü batırmaya ve insanlığı gerçekte tehdit eden geceyi başlatmaya gerek duymaz.

* Evlerin pencerelerini tamamıyla açabilen tek bir rüzgar biliyorum: Keder

* Sistemler küçük insanlar içindir. Büyük insanların sezgileri vardır. Akıllarına gelen numaralara oynarlar. Sermaye ne kadar büyükse, hatalı sezgileri düzeltme şansı o kadar yüksektir.

* Kapitalist düzen hangi kademede olursa olsun, tepedekilerle aynı veya benzer yaradılışa sahip insanlara hep daha büyük fırsatlar tanıyacak biçimde yapılanmıştır. Yukarıda sömüren kişiyle sömürme biçimi arasında ilişki kurulabilirken aşağı kademelerde insanlık dışı nitelikler doğrudan kişinin kendisinde gözlenmektedir.


8 Mayıs 2015 Cuma

Madame Bovary - Cennetteki Adem -Drizzt Efsanesi / Aşk Üzerine

Aşk... Ademle Havva'dan beri süregelen masal. Ondan daha önce burada ve şurada bahsetmiştim diğer yazılarımda da ara ara girdim ama ne kadar anlatsam eksik kalıyor o yüzden yeni okuduklarımla tekrar dönme ihtiyacı duydum. Pek çok zamanda farklı anlamlar yüklenmiştir. Orta çağda özellikle divan edebiyatında kavuşamayış ve sancılarla geçen bir süreçtir. Ne kadar fazla acı varsa o kadar büyük kabul edilir. Bazen Shakespeare hikayelerinde de görüldüğü gibi bize lisede zorla okutturulan Taşşuk-u Talat ve Fitnat'daki gibi tüm karakterler ard arda ölümün kucağına bırakılıyor bazen kötü hastalıklardan araya girenlerin yaptıkları zulümlerden ölüyorlar. Tek gerçek kavuşma ve bir olma yeşilçam filmlerinin bazılarında gördüğümüz o çıkan iki ruhun birlikte el ele havaya yükselmesi oluyor. Bu kadar acı niye diyorsun kendine ve sonra diğer bir açıdan bakınca bizdeki aşkların iç dünyada bir yolculuğa dönüştüğünü görüyorsun. Ergenlik bana göre yaşla belirlenen bir dönem değildir. Ne zaman ki hayatla ve kendinle yüzleştin, sonunda bir şeyleri değiştirebildin o zaman aşabilirsin. Hamdım piştim yandım derler ya. İşte aşk bunu sağlayan ateş oluyor. Tüm o acılar ergen arzularla başlayan duyguları pişiriyor olgunlaştırıyor. En sonunda o ideal ve saf olana ulaşılıyor. Peki neden sonu ölüm oluyor? Belki de sürekli bozulmaya meyleden insanın başka şekilde o saflığı koruyamayacağı için. Ya da belki o saflığa ulaştıktan sonra insanın daha başka bir yaşam amacı kalmayacağı için. Ortaçağa hakim olan dini bakış burada da var. Kirlenen insanoğlu dünyaya temizlenmek için gönderilir. Tüm o savaşlar acılar nefret döngüsü içinde dönüşür ve evrilir. Bir üst yaşama geçerken amaç o saflığa ulaşmaktır. Hani büyük mahkeme diyorlar ya ölümden sonra beklenen işte o bu dünyayla ilgilidir. Bütün dinlerde vardır bu. Hristiyanlık doğuştan kirli kabul eder ve tüm hayatı temizlenme çabasıyla geçirmemizi isterken İslam temiz doğduğumuzu ama meselenin bunu öyle korumak olduğunu söyler. Uzakdoğu ve Hint coğrafyasının mistik dinleri ise bir üst aşamada yeniden doğmak için verilen bir mücadele olarak görür. Bir çok ortaçağ anlatısında aşk cinsel bir tutkudan öte yüce bir değer saflığı sağlayan güçtür.

3 Mayıs 2015 Pazar

Ender Serisi / Irkçılık Üzerine

İlk kitabı filme de dönüştürülen Ender Serisi'den daha önce bahsetmiştim. İnternet üzerinden dünya hakimiyetine girişen Peter Wiggin'in hikayesi üzerinden. Ama işin asıl boyutu Ender Wiggin'in hayatı elbette ve onun hayatının da büyük teması ırkçılıktır. Yazarın özellikle kızılderililer ve Amerika'nın keşfi meseleleriyle yakından ilgilendiğini söylemeliyim. Bu tecrübe eserlerine de yansımış. Filmi de yapılan ilk kitap uzaylı istilası korkusu altında geçiyor ve Ender'in böcekleri yok edecek bir komutana dönüşmesi anlatılıyor. İşin garip tarafı insanlar böceklerin tekrar saldıracağından emin değil. Onlarla iletişim kuramıyorlar onları anlayamıyorlar bu yüzden korkuyorlar ve yok etmek istiyorlar. Ha tabii hazır soylarını kırmışken sahip olduklarını da ele geçirmek de ekstra fayda. Bu bana Haçlı seferlerinden bugüne İslam coğrafyası ile Batının bitmek tükenmek bilmeyen savaşını hatırlatıyor. Evet elbette bir çok ekonomik ve siyasi neden var ama bunlar iktidarların sorunu. Peki ya halk? Savaşlar toplu cinayetlerdir ve bir asker ilk kez kendi kılıcı ya da modern anlamda kurşunuyla birini öldürdüğünde tam olarak ilk cinayetini işleyen birinin hissettiklerini hisseder. Diğer insanların kanlarının fışkırmasını cesetlerin yere yığılmasını izlerken dehşetten sıyrılmak için tutunacak bir şeylere ihtiyaç duyar. Haklı olduğunu gösterecek şeylere. Bunların biri din, diğeri milliyetçiliktir. Kimlik bağlamında bakıldığındaysa ikisi de ayn kapıya çıkar. Kendi değerleri övülür, dış dünya bu değerler üzerinden yargılamaya tabii tutulur. Düşmanın en kötü yönleri bulunup büyütülür büyütülür ve tüm bir ırkın üzerine bu suç yıkılır. Tanıma fırsatı bulsalar hepsinin aynı olmadığını görecekler.

30 Nisan 2015 Perşembe

Ölü Ruhlar Ormanı - Koloni - 1 Mayıs Devrim ve Darbe Yılları

Geçen yaz hayatımda ilk kez İstanbul'a gitme fırsatı bulmuştum. Aslında çok yanlış bir zamandı. Şehre daha otobüsle giriş yaparken şaşırmıştım bu kadar çok gökdelene. Mandıra Filozofu'nun ikinci filmi nasıl yeşiller içinde bir diyarı göstererek başlar da sonra gökdelenlerin arasına bırakıyordu ya orada filozof Mustafa etrafına nasıl bakıyorsa öyle bakıyordum ben de. Dördüncü Levent tarafında meşhur Safir'in önünde servisten bu ruh haliyle indim. Mezar taşları derler ya klişe olarak harbiden de öyleydi yani. İstanbul büyüyordu belki ama çok şeyi kaybediyordu. Ne gerek vardı bir başka Amerikan özentisi şehre bilmiyorum. Arkadaşıma sordum o bölgede onları her gün diktiklerini ve çok hızlı bir şekilde yükselttiklerini anlattı. Gecekondulardan geceyükseldilere geçiş. İstanbul, hep aceleciydin sen zaten. Şehre indiğim daha ilk dakikalarda bu görüntüler üzerine işçilerin grev yürüyüşüyle karşılaşmak ilginç oldu. 1 Mayıs değildi, gezi dönemi falan hiç değildi ama şehir gizlerini göstermek ister gibi şans eseri karşıma çıkardı bir çok görüntüyü bu da onlardan biriydi. Gökdelenler arasında yürüyen işçiler yel değirmeniyle savaşan Don Kişot gibiydiler. Bazen diyorum haklarıdır dirensinler ve koparabildiklerini alsınlar. Sonra da biraz gerçekçi oluyorum ve düşünüyorum. Sendikalar artık eskisi gibi bir ve tek yürek değil. Çalışma sektörü rekabetçi gruplarla doldu ve herkes kendi konumunu elinde tutmayı daha fazla düşünür oldu. İş üzerinden kollektif bir bilinç yaratma devri bizde artık çok zayıf hasta günlerini yaşıyor, batıdaysa çoktan sona ermiş vaziyette. Yeni modernitede direniş sendika bazlı olmaktan ziyade tersten küreselleşme yani kadın hakları savunucuları, LGBTT, Kürtler Romanlar gibi alt kültürler, işçi vs alt sınıf insanların ve siyasi gerekçelerle olsun dünya görüşleriyle olsun onların yanında yürüyen kalburüstü kesimin ortak paydada birleşmesi üzerine gerçekleşiyor. Ama bu bile somut pek az fayda sağladığı gibi büyük çapta siyasi partilerin ve bir takım provakatörlerin gövde gösterisine dönüşüyor. Kısacası o eski hava yok artık.

27 Nisan 2015 Pazartesi

Dan Brown Kitapları - Sekiz - Assasin's Creed / Masonlar ve Gizli Tarikatlar Üzerine

Malum pek çoğunuzun haşır neşir olduğu U kitap 25 nisan'da davetsiz üyeye açıldı. Ben de elden çıkarabileceğim kitaplara bakarken Dan Brown kitaplarına rastladım. Lise yıllarından kalma bir alışkanlıkla hala okumaya devam ederim kendisini. Kitapları özellikle bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde fazlasıyla gider. Sebebi bir günah keçisi operasyonuyla ilgili. Önceki yazılarımda bahsetmiştim insanlar suçlarından arınmak için ya birilerini günah keçisi ilan eder ya da içlerini kendileri doldurduğu şeytanlarını yaratırlar. Yazarın ve onun yolundan giden pek çoğunun kitaplarına konu olan Tapınak Şovalyeleri, Gül Haç Tarikatı, Opus Dei, Mason Locaları ve son dönemin popüler konusu İlluminati bu konularda biçilmiş kaftandırlar. Özellikle 11 Eylül olayları sonrasında tarihin sayfalarından çıkarılıp tekrar tekrar gündeme geldikleri gibi planlarına dair pek çok komplo teorisi de yürütülmüştür. İnsan genç ve işsiz olunca bu meselelere bolca kafa yorabiliyor. Lisede bu örgütlerin ne kadar gerçek olduğuna fazlasıyla kafayı takmıştım. Dan Brown bana açsam vikipedide bile bulabileceğim bilgiler veriyordu ama en azından tarikatın ismi ve tarihini az buçuk öğrenmiş oluyordum. Popüler kültürün yaygın konularından biri bu masonluk. Onlardan bahsederek çok kişi ekmek yedi, ünlü oldu. Peki gerçekte nedir ne değildir ona bakalım.

24 Nisan 2015 Cuma

Bahar Şenliği Raporu



Sevgili Pinuccia 11 Mayıs'a kadar demiş ama bir kaç kişi hazırlayınca ne durumdayım bakmak adına ben de hazırlıyorum bu ay okuduklarımın listesini. Aynı zamanda şenlik kısmında henüz sahip olmadığım için çekemediğim son kitap kulemi paylaşıyorum. Kitapların bazılarını kütüphaneden edindim. Buradan fantastik kitapları bile -kütüphanede az bulunurlar- rahatlıkla bulabildiğim için Antalya Doğan Hızlan Kütüphanesi'ne ayrıca teşekkürler. Mişima kitaplarını ve Yaşar Kemal'den okuduğum Nuhun Gemisi kitabını da oradan edinmiştim.

Listenin tamamına şuradan ulaşabilirsiniz. Herkese iyi okumalar. 

23 Nisan 2015 Perşembe

Masallardan, Fantastiklere Beraber Büyüdüğüm Kitaplar

Bazı çocuklar annesinden uyku öncesi masal dinleyerek büyümüştür. Benim uyku öncesi anlatıcım dedemdi ve o da masal değil dini kıssalar anlatmayı severdi. Peygamberlerin, evliyaların kıssalarını anlatırdı. Onu da her zaman yapamazdı nazım anca hasta ve uykusuz gecelerimde geçerdi. Diğer masalları okumayı öğrenmemin ardından tattım. Grimm masallarına fena halde sarmıştım bir dönem. Pamuk Prenses, Kül Kedisi, Sindrella, Hansel ve Gratel... Tabii büyükler için olan karanlık versiyonlarını değil, çocuksu hepimizin bildiği sansürlü şekilleriyle okumuştum. Artık ortaya çıktığı üzere bu masallar başta büyükler için yazılmıştı ve fantastik öykü kitabı olarak planlanmıştı. Masalsı evren göründüğünden daha karanlıktı, hatta iyi bildiğimiz karakterler bile masum değildi. Craig Russell bunu konu alıp Kanlı Masallar diye gerilim kitabı yazmıştı ben ilk o kitaptan duydum sonrasında bir çok yerde daha gördüm. Bu masalların hikayeleri önce Disney tarafından sahiplenildi, şimdiyse değiştirilmiş ve uyarlanmış olarak filmleri yapılıyor. Fables diye çizgi romanı ve o çizgi romanın The Wolf Among Us diye Grimm karakterleriyle bir polisiye oyunu çıkmıştı. Once Upon A Time ve Grimm dizilerine konu oldular. Hatta geçenlerde Cinder ve Scarlet diye masalları bir bilim kurgu evrenine dönüştüren kitaplar gördüm ki o zaman daha çok kişinin kardeşlerden ekmek kazanacağını iyice bir anlamış oldum. Aynı şekilde binbir gece masallarının da sade versiyonunu okumuştum. Sonra ciltli haliyle kütüphaneden bulmuştum da gerçekten de Şehrazat'ın o hikayelerle nasıl kendine aşık ettiğini anladım. Bazı hikayeler fazlasıyla erotik göndermelerle doluydu. Hint ve İslam mitlerine dayanan bu fantastik dünyanın da ayrı büyüleyici havası vardı. Elbette hem yerli hem yabancı bir çok versiyonu yapıldı. Ara sıra yapılmaya da devam ediyor. Japonlar Magi adlı animede sadece ismen de olsa kullanmışlar binbir gece evrenini. En son Golem ve Cin kitabının Cin'inin lamba cini olduğunu gördüğümde yüzüme bir gülümseme almıştı. Bir de Rüştü Asyalı'nın o mükemmel oyunculuğuyla can verdiği filmleriyle tanınan Keloğlan Masalları vardı. Onların da bende yeri ayrıdır. Bu cin fikirli çocuk insanı yaratıcı olmaya fena halde teşvik ediyor. Dede korkut masallarını da unutmayalım. Milliyetçi damarım oradan geliyor.

21 Nisan 2015 Salı

Uzun Çorap Pippi - One Piece / Çocukluk Üzerine



Her ne kadar Sineklerin Tanrısı çocukluğun saflığı hakkındaki hayallerimi yıkan bazı anıları canlandırsa da bende hep çocuk kalmak isterdim. Hayat garip. Küçükken ciddiye alınmıyorsun ve sırf sesini duyurabilmek için büyük olmak istiyorsun. Büyüklere hayranlık duyuyor onların elbiselerini giyiyor, onlar gibi davranmaya çalışıyorsun. Ama büyüdüğünde sorumluluklar yükleniyor sırtına ve bıkmaya başlıyorsun. Şarkıda da dediği gibi hayat büyürken çok berbat. Hep çocuk kalsaydım diyorsun. Geri dönüp tekrar tekrar yaşamak istiyorsun o günleri ama geçti artık. Çocuksu davranmana bile çok izin verilmiyor bu hayatta ulu orta yaparsan çocukluklar kaşlar kalkıyor, alaycı ya da onaylamayan bakışlar üzerinize dikiliyor. Yavaş yavaş yapmamayı öğreniyorsunuz. Başka dertleriniz oluyor, unutuyorsunuz çocukluğunuzu. Unutulmamalı anmalı, yeniden hatırlamalı. Hele ki 23 nisan gelirken.

19 Nisan 2015 Pazar

Narziss ve Goldmund - Amélie / İlk Mim Yazım

Vay be abone sayım 60'a ulaşmış. Aklıma şu yandaki pek tatlı arkadaş geldi. Gördüğüm en küçük youtuber olan arkadaş mario delisidir. Bu videoyu paylaştığında bu kadar kişiyi bile büyük başarı olarak görmüş ki keyfine diyecek yok. Sonrasında bu davranışı sosyal medyada ilgi konusu oluyor tıpkı Türk'ün Sanal Dünya ile İmtihanı yazımın diğer kahramanları gibi. Ben de mi yapsam ne. Yok ama şirinlikten kaybediyorum, olanı da kaçar. Zaten konuşmada da pek iyi sayılmam ama onun yerine bir mim yapacağım.  Bloglar birbirlerini tanımak için mim diye bir şey üretmişler, ben daha yeni öğrendim sayılır ama siz iyi bilirsiniz elbet. Adı neden mim olmuş bilen duyan varsa açıklasın. Aslında kaynaşmak tanışmak için eğlenceli bir yol. Forum üzerinden karşılıklı karakterin gözünden olay anlatma şeklinde yapılan rpg sitelerinde bu tip soru sorma başlıkları vardı. Ara sıra o tip soruları cevaplardım. Ama blog için ilk mim olayına Burçak Gülsüm sayesinde girmiş bulundum. Sanırım tam bir blogger olduğumun resmidir. Kendisine buradan teşekkürler. Bu aynı zamanda en kişisel yazım olmuş olacak. Gevezeliği sever bir insan olarak bunu da epeyce uzatacağım muhtemelen. Hadi bakalım. 

18 Nisan 2015 Cumartesi

Kaçak Atlar / Japonya'nın İsyan Tarihi

Bahar Karları'nın devamı olan Kaçak Atlar'ı okurken ikinci dünya savaşı beklemiştim ama daha çok onun öncesini anlatıyor. Kitaptan ve kitabın benim için ilgi çekici yönünden bahsetmeden önce Meiji Restorasyonu'nu anlatmalıyım. Aslında çok yabancı olduğumuz bir durum değil. Atatürk Devrimlerinin Japon versiyonu bir modernleşme hareketidir. İmparator Meiji Japonya'nın yeni dünyada ayakta kalabilmesi için onun sanayileşmesine ve sosyokültürel gelişimlerine uyum sağlaması gerektiğini düşünerek bir dizi devrim hareketi yapar. Çabaları sonucu Japonya'yı bugünkü haline dönüştürecek bir gelişme hareketi başlatır. Atatürk'ün şapka devrimini hatırlarsınız.orada fesi çıkarıp şapka takmak kafaların modernleşmesi ve eskinin atılmasının bir sembolü olarak düşünülmüştü. İmparator bu konuda daha ciddi bir hamle yapıyor. Samuray kılıcı olarak bilinen ve Japonya'da kutsal olan katanaların yasaklanması. Yasak önce sıradan insanlar için geliyor, sonra samuray ailelere kılıcı yanında sürekli taşımasının gerekmediği söyleniyor, nihayetinde orduda bulunan fabrika üretimi katanalar dışında kılıç taşınmaz oluyor. Japon halkı için inanılmaz büyük şok etkisi yaratacak bir hamle bu. Bizde bile şapka hareketine karşı giymek istemeyip isyan çıkaranlar olmuştu hatırlarsanız ki savundukları fesin dışarıdan gelmiş olması trajikomikti. Ama kılıç onlar için dinsel bir sembol. Kurtuluş ve yeniden doğuş umudu için günahlarının kefareti olarak kendilerini bu kılıçlarla öldürüyorlar en basiti ve kralın bu hamlesi halka dinlerine karşı büyük bir saygısızlık, kurtuluş umutlarının ellerinden alınması olarak geliyor. Haliyle isyan hareketleri başlıyor. Kitabın başında İsao, ona dostunun reenkarnesi olduğunu düşünerek yaklaşan Honda'ya verdiği kitapta bu isyan anlatılıyor. Meiji dönemi, samurayların yerine ronninlerin alması ve sonunda tamamen bırakılması, isyanlar, iç savaşlar, açlık ve kıtlıkla birleşince oldukça sıkıntılı bir dönem oluyor. Japonlar animelerinde yaptıkları yanlışları çok iyi bir şekilde anlatırlar ki bu hatalar tekrarlanmasın. Bu yüzden tarihi bir anime izliyorsanız -örneğin Runoini Kenshin- ve ikinci dünya savaşı sırasında geçmiyorsa yüksek olasılıkla Meiji öncesi ya da hemen sonrasını anlatılan kısımlarda geçer. Kanla Beslenen Topraklar: Bereketli Hilal yazımda bahsettiğim gibi ne tümüyle övülerek ne de o dönemi tamamen aşağılayarak sadece ve sadece gerçeği anlatarak şu an yaşanan ve geçmişte olmuş acı olayları dramatize etmeden sonraki nesillere aktarmak son derece önemlidir. Ancak tarih belli görüşten olanlarca kolaylıkla maniple edilebilir. Fikirler Ölümsüz Müdür? yazımda da bundan bahsetmiştim. Aslında bu yazı işlerin Japonya'da nasıl işlediği üzerine biraz. Hatta kitabın bir bölümünde bir fikri esnetmenin onu yok etmek olacağını söylediğinde karakterlerden biri istemsizce gülümsemiştim.

15 Nisan 2015 Çarşamba

Ender'in Oyunu - Cyberbully - Disconnect - Durarara / Türk'ün Sanal Dünya ile İmtihanı

Bugün Facebookta dolanırken Onedio'dan bir habere rastladım. Habere göre şımarık kolej kızlarından mı bilinmez bir kız kitap okuyan ama görünümü hiç de elit olmayan bir arkadaşımızın fotoğrafını çekip aşağılayan bir yorum atıyor. Amacı o yorum üzerinden beğeni toplayıp popüler olmak mı yoksa sadece kendi arkadaş çevresiyle komik bulduğu bir durumu paylaşmak mı bilinmez. Kızın davranışını yargılayacak da değilim burada. Mesele kendi eğlencesi için adamı sosyal medyaya sunmasıyla başlıyor. Bu tip durumlar biraz şans işi bazı türevleri gibi dile de düşebilirdi eleman ama tersine savunuluyor. Bu sefer kızın kendisi sosyal medyaya kurban oluyor. Amacı bu olmasa da kötü bir şekilde reklamı bolca yapılıyor. Sonunda ilk kurban eleman da katılıyor taşlamaya ve anlattıklarıyla -içtenliğini sorgulamıyorum ama- kızı tamamen belli bir kitleye rezil ederken kendisi sempati topluyor. Kim bilir belki de facebook hesabına tanımadığı yüzlerce kişi dolmaya başlamıştır. Daha öncesinde de tipik din kültürü öğretmeninden bakımlı olmasını beklemediklerinden olsa gerek böyle bir hoca bulunan liseliler onu da sosyal medyaya taşımışlardı ve patlamıştı. Aynı şekilde Şişli Eftal Hastanesinde tuvaletini bırakan teyzemiz, dedeye sahip çıkalım diyen dişsiz teyzemiz, çipetpet dedemiz, kendince eğlenmek için telefon kutusundan hıyar çıkartma videosu yapan çocuk, 'vermiycem vermiycem' diye şarkı yapan kadın bir anda fenomen haline gelmişti. Olmadık yerlerde yüzlerini görür seslerini duyar olmuştuk. Capsler ve photoshoplarla bu ünler büyüdü de büyüdü. Talk showlara ve dizilere taşındı, hatta cevap videoları, taklitler yapıldı. Haber bulamamış kanallar yurdum insanı modunda başlıklarla haber yaptılar. Peki o andan sonra o insanlara ne oldu? Sokakta gördüklerinde onlara gülerek bakıp da "Aa bu o değil mi?" diyen insanlarla, hesaplarına doluşan tiplerle uğraşmak zorunda kaldılar. Belki onlar için bile o videolar başlangıçta eğlence de olsa bu kadar aşağılanmak malzeme olmak onları üzdü. Hele hakkında cinsel yorumlar yapılan malum ablamızın hali daha kötü olmalı. Malum bu ülke öyle şeyler paylaşmak için en son yer. Ben bunu dediğimde aklınıza gelen ne Özgecan. Peki o neydi? O da sosyal medyanın tüketmesi için sunulmuş bir şeydi. Pek çoklarından öne çıktı ve uğruna gösteriler düzenlendi reklam oldu. Gezi olaylarında ölenler de öyle. Pek sevgili terör örgütümüz de bu reklamdan faydalanmak istemedi mi mesela?

Manolyadan Blogu Kitap Etkinliği / Ölümsüz Romanlar

Manolyadan blogunun düzenlediği bir etkinliği tanıtmak için yazıyorum bu yazıyı. Bestseller tadında popüler kitapların reklamları çok iyi bir şekilde yapılıyor, insanı sıkmadan bir şeyler anlatıyorlar ve özellikle lise çağındakileri acayip bir şekilde çekiyorlar. Polisiye gerilim olsun, fantastik olsun, Dan Brown tarzı gizemli kitaplar olsun ben de çok severek okumuşumdur. Popüler kültür insana bir şey katmaz lafına hiç inanmıyorum. Bir arkadaş ile Naruto hakkında konuşurken animeciler bilirler Narutardlar diye bir kitle vardır ki izleyici olan tamamı çocuk ergenlerden oluşur. Tavırları da buna göredir. Diğerleri onların bayağılıklarını popüler kültür zihniyetini sıklıkla eleştirir hatta aşağılayanı da boldur. Anime ise kitlesinin aksine çok anlamlıdır. Dostluk, kardeşlik ve barışın nasıl sağlanması gerektiği hakkında bir tartışma üzerinden gider ve insana bir şeyleri sorgulatır. Ben de bu ironiden bahsettiğimde arkadaşım "O animenin bize öğreteceği bir şey yok ki. Anime zaten o kitleye ulaşsın bir şey öğretsin diye yapılmış" demişti. Çok da doğru ve bu yüzden klasiklerin bir zorunluluk olarak dayatılmalarına da karşıyım. Bazı yapıtlar belli bir birikim ya da yaşanmışlık gerektirir okumak için. Eğer yeterli değilseniz kitaptan alacağınızı alamazsınız. Ama pek değerli büyüklerimiz, öğretmenlerimiz sanki o kitapları çocuklar bugün okumazsa hiç okumayacak gibi bir korkuya kapıldıklarından dolayı dayatırlar da dayatırlar. Bu yüzden aşağıdaki listenin hatırı sayılır bir kısmı pek çoğunuz için korkulu rüyaya dönüşmüştür. Ama onlara bir şans verirseniz anlatacakları inanın çok şey var. Bir kısmı da yazılarıma konuk oluyorlar ve olacaklar zaten. 

Aralarında okuduklarımın da olduğu bu anlamlı kitapları bir etkinlik adı altında görmek güzel oldu. Arkadaşa bu çalışması için teşekkür ediyorum ve sesimi duyurduklarımın da katılmasalar da bloglarında bunu paylaşmalarını rica ediyorum. En azından bestsellerın dışına çıkmayı arzulayan ve kitapları merak edenlere güzel bir öneri listesi olmuş. Unutmayın bu romanların çoğu çağlarını aşıp bugüne hala ulaşmış kitaplarsa birazcık şansı hak ediyorlar.

İşte o liste. Okuduklarım için yanlarına küçük notlar iliştireceğim. Yaz döneminde ben de katılacağım ayrıca.

13 Nisan 2015 Pazartesi

Nuhun Gemisi / Anadolu'yu Kılıfından Çıkarmak



"Bu Şehir kılıf içinde. Bu şehir kendisini öylesine gizlemiş ki tadına varabilmek, onu sevebilmek için emek istiyor, terlemek istiyor. Bu şehri kılıfından soyup mahremiyetine girmeli. Bu iş zor ya değer. Bunu yapabildin mi büyülendin demektir. 

 ... Korkmadan, önünüze gelen herhangi bir kapıyı çalmalısınız. Kapı hemen açılır. Kapıyı açan çoğu kara gözlü esmer bir kadındır. İlkin afallar. Yabancı olduğunuzu anlayınca içeri buyur eder. Diyarbakır artık kılıfından çıkmıştır. Diyarbakır bütün sıcaklığı, samimiyeti, güzelliği ile gözünüzün önündedir." 

11 Nisan 2015 Cumartesi

Dracula - Ejderha Mızrağı - Elric Destanı - Ravenloft / Lanetli Aşklar

Hayatta en zoru yarım kalmış aşklardır. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin aşklarını büyük kılan birbirlerine uzun süre ya da bazen hiç kavuşamamaları değil mi? Bazılarının ölünce artık huzura erdiklerinde birbirini bulduklarını umarız. Oysa kavuşma olduğunda aşk biter zamanla birbirini tüketmeye dönüşür. Her şey çok kolay olduğu için sevmek de değerini yitirdi. İnsan kavuşması zor olduğunda daha bir tutkuyla seviyordu. Ulaşamadıkça daha fazla arzulamak ve onun için her şeyi yapmak insanın doğasında olan bir şey. Bu yüzden sadece bizde değil batının Prens Charming'i için de geçerli bir durum kavuşamayışlar. Batıda daha mutlu biter hikayeler bizimkiler kadar arabesk olmadıkları için ama onlar kavuştuktan sonra aynı mutluluk gerçekten sonsuza kadar devam etmiş midir bilinmez. Sonsuza kadar sürecek bir aşka inanmıyorum. Peki ya pişmanlıklar? Bazı ilişkiler öyle olmadık hatalarla biter ki suçlu taraf sensen ve vicdanın varsa bunun acısı yüreğinin bir köşesinde kalır. Bazen bu acı olgunlaştırır seni bazen dönüp dönüp aynı hatayı yaparsın. Bazen de kibirle kendini hatasız bulmaya devam edersin. Ha bir de ilahi adalet mi dersin, karşı tarafın inceden bir intikamı mı dersin bir şekilde yaptığının cezasını çeker. Ama ne kadar süre? Cehennemi bir kenara koyarsak bir insan ancak bir ömürlük acıyla yaşar ama yaptıklarının diyeti için bu yetmezse. Bu duruma postmodern masallar iyi bir çözüm bulmuş. Sonsuz bir yaşam ve asla unutmasına izin vermeden sürüp giden bir acı döngüsü. İlahi adalet orada kesinlikle çok daha güçlü. 

8 Nisan 2015 Çarşamba

Zaman Çarkı - Çanlar Kimin İçin Çalıyor - Bahar Karları / Aşk Üzerine...

Zaman Çarkı'nda büyü olayının açıklaması bana çok ilginç gelmişti. Oradaki büyücüler büyüyü Tek Güç denilen bir kaynaktan enerjiyi çekip dönüştürerek yapıyorlardı. Ancak kaynaktan enerji alınması erkek ve kadın için çok farklıydı. Erkek kaynaktan güç almak için onu kovalamalı sonunda tutup halat çeker gibi kendisine bağlanana kadar çekmeliydi. Kadında ise durum tam tersiydi. O eğer sabırsızca çekiştirir ya da güce karşı direnirse başaramıyordu. Onun yapması gereken teslim olmak ve kucaklamaktı. Güç ona geldiğinde tutuyor ve sonra dönüştürebiliyordu. Yani büyü gücü bir erkeğe kadın gibi, kadınaysa tamamen erkek gibi davranıyordu. Sadece tek bir yumurtası olması, ömrü boyunca acı döngüleri ile hazırlandığı doğum anı gibi sebeplerle bir kadın genellikle ilişkilerde daha seçicidir. Erkeğin onun ilgisini çekebilmek için daha çok çabalaması gerekir. Bu hayvanlarda bile öyledir. Bazıları dişisine karşı kendini rakipleriyle yaptığı dövüşlerle kanıtlar, bazısı danslarla hatta hayvanlarda çoğunlukla erkekler daha süslüdür kendi çaplarında. Ama her türlü bir kendine çekme çabası vardır. Kadın ise (ya da hayvanlar için düşünürsek dişi) doğru erkeği bulduğuna inandığında ona sahip olmak için önce teslim olur. Erkeği yaşamına sokar, ona kendini açar bu andan sonra erkek büyülendiğinde ise onu bağlar çeker ve dönüştürür. Son kısım her zaman tam olarak gerçekleşmese ve kadının becerisine kalsa da durum budur.

6 Nisan 2015 Pazartesi

Kötü Ruh - Dexter - Siyah Kan / Katiller Üzerine

"Her insan kendi yaptığını hoş görür çünkü herkes gibi hareket etmediği zaman, kendi duygularını, kendi yargılarını, kendisini harekete sürükleyen neden ve sonuç zincirini bilir. Oysa iç dünyalarını bilmediği için başkalarına karşı ilkelerinde serttir. Her insan kültürüne göre hareket eder yani çevresinin kültürüne uygun olarak ve çevresi de “bütün insanlar” yani kendisi gibi düşünenlerdir."

 Hapishane Notları - Gramsci

İnsanlar başkalarını yargılamada fazlasıyla acelecidirler. Üstelik kendilerini bir ahlak timsali gibi görerek yaparlar bunu. Kötülük ve güç üzerine yazımda kötülüğün herkesin içinde olduğunu anlatmaya çalışmıştım. İnsanları daha fazla kötülükten alıkoyan tek şey kendi iç yargıları ve toplum baskısıdır. Bu yüzden yeterli güce ya da deliliğe sahip olanlar insanoğlunun içindeki vahşeti gösterirler. Tarihin en büyük katliamının sorumlusu Adolf Hitler kendini kimlerin yaşayıp kimlerin ölmesi gerektiğini belirleyen bir yargıç gibi görüyordu. Nazi kamplarındaki katliam fazlasıyla akılcı hatta fabrika gibi tasarlanmıştı. Kanlı kontes olarak bilinen ve vampir kültlerine de konu olan Elizabeth Bathory cinayetlerini ölümsüzlük tutkusuyla işliyordu. Küçük, savunmasız çocukları
kurban olarak seçen Albert Fish onlara tecavüz ediyor, etlerini kesiyor, onlarla besleniyor en sonunda öldürüyordu. Fish pek çok yamyam katilden biriydi. İlkel zamanlarda değil bizzat modernizmin ortasında ilkelliğe dönüşü gerçekleştirdi. Kafalarındaki neydi fazla bilmiyorum. Bir de bunu öldürdüm bari para da kazandırsın mantığıyla ticarete döken Henry Holmes gibileri var.  Avrupalılar bu kasapların elinden az insan eti yemediler bilmeden. Ed Gain ölmüş annesini geri getireceği inancıyla ceset toplamaya başlamış sonunda bunu cinayetlere çevirmişti. En büyük zevki kadın derilerini yüzüp onları üzerine geçirmekti. Psycho filminin ondan esinlenilerek yapıldığı söyleniyor. Ama bana göre asıl benzerini oluşturan kitap Maxime Chattam'ın Kötü Ruh idi. Orada katilin en başla andaç olarak uzuv parçaları alındığı sanılıyor sonra gerçek öğreniliyordu. Aynı kitaptan ilgimi çeken bir kısmı alıntılayacağım.

"Bir insan böylesine katletmeye acı vermeye uzuv kesmeye devam ederek yaşayamaz. Bir insanın böyle bir canavara dönüşmesi için çeşitli aşamalardan geçmesi gerekir. Böyle bir insan ancak ölüm dürtüleri güçlenip dayanılmaz olduğunda öldürmeye başlar. O zaman da uzun zamandır tasarladığı cinayetini bir tutku haline getirinceye kadar kafasında tekrar tekrar yaşadığı çok belirli bir şema uyarınca öldürür. Bu özellikle bir kısır döngüdür."

2 Nisan 2015 Perşembe

Cam Çocuk & Filmler / Engelsiz Yaşam


Herkes bir gün engelli olabilir. Ne kadar dikkat ederseniz edin, bir gün ummadığınız bir şekilde bu kadere yakalanabilirsiniz. Her geçen gün artan inşaatlardan birinden kafanıza düşen bir demir ya da tuğla sizi geri zekalı bırakabilir, bir araba kazası sakat bırakabilir. Ev kazaları, iş kazaları... Oysa insanlar yine her zaman yaptıklarını yapıyorlar. Hiç öyle olmayacakmış gibi yaşıyorlar. Onlardan birini gördüklerinde ya cıkcıklayıp acıyan bakışlar atıyorlar, ya da yüzlerini çeviriyorlar. Çoğu engelli yalnız büyüyor, özellikle zihinsel engelli olanlar ya alay konusu oluyorlar, ya da korkuluyor. Engellilerle fazlasıyla çok kez yollarım kesiştiği için bu konuda fazlaca hassasım. Yakın bir akrabam zihinsel engelli, durumu başkalarıyla ilişki kurabilecek kadar iyi ama yaramaz bir veledin kardeşinin bebek bezini alıp ona pamuk şeker diye yutturmasını sağlayabilecek kadar da saf. İyi arkadaşlarımdan birinin kardeşi daha kötü durumda çünkü doğru dürüst iletişim kuramıyor. Ama o da herkes kadar ilgi istiyor ve bunu farklı şekillerde ifade etmeye çalışıyor. Şeker hastası tanıdıklarım var ki bu pek görünen bir engel olmasa da özellikle bazılarının yaşam kalitesini fazlasıyla etkiliyor. MS hastalığı yüzünden sakat kalmış bir üniversite hocam var ama o da her şeye rağmen biraz kendine biraz bize "Gülümseyin." diyerek hayata tutunmaya çalışıyor. İnternetten tanıştığım bir başkası ise başı hariç vücudunu kontrol edemiyor ama ağzına aldığı kalemle klavye kullanıyor, çenesiyle fare yönetiyor, o şekilde bizimle irtibat kurabiliyor her şeyi ağzıyla yapmak zorunda kalıyor ama hayata bir yerinden tutunuyor. Hayata tutunmak biz normaller için bile bu kadar zorken onlar için ne kadar zor tahmin edebiliyor musunuz? Ama yapıyorlar, ellerinde kalan şeyle yaşamak için çaba sarf ediyorlar. Bizi utandırırcasına. Onlarla ilgili çok yazıldı, filmler yapıldı. Hepsine burada değinmek mümkün değil ama en azından bazılarını çarpıcı şekilde uç örnekleri anlatmaya çalışacağım. Uzun süredir yazmayı planlıyordum bu yazıyı kısmet 2 Nisan Otizm Farkındalık Günü'neymiş. Güzel oldu.

29 Mart 2015 Pazar

V for Vendetta - Hayvan Çiftliği / Fikirler Ölümsüz Müdür?

V for Vendetta yani şu artık gezi olayı ve öncesinde bir çok yerde siyasileşmiş bir anarşizm sembolü olarak kullanılan maskesiyle sözleriyle ünlü "Remember remember fifty November" şeklinde başlayan şiir tadında söyleviyle bilmeyen pek yoktur sanırım. Vendetta tarihi bir kişilikten esinlenilmiş bir karakterdir: Guy Fawkes. Kendisi Wastminister Sarayı’ndaki İngiliz Parlamento Binası'nı bol miktarda barut fıçısıyla patlatmaya çalışmış bir anarşisttir. Ne var ki bunu başaramaz ve vatan haini kabul edilerek idam edilir. Bir vatan haininden kurtulmak ve parlamentoyu korumuş olmak büyük bir demokratik zafer kabul edildiğinden de İngilizler her 5 Kasım'da eğlenceye dönüştürülmüş törenlerle kutlarlar. Özellikle sisteme karşı yeniden bir isyanın başladığı günümüz dünyasında bu olay Alan Moore tarafından yeniden yorumlanır. Daha sonra filmi de çekilmiş ve büyük yankı uyandırmıştır. Guy Fawkes maskesi takan V hem geçmişinin intikamını almaya hem de Fawkes'ın yıllar önce yarım bıraktığı şeyi tamamlayarak 5 Kasım'ı insanların zihinlerine kazımak ister. Sisteme onun silahlarıyla saldırır, Kara Murat'ı ya da Matrix'in Neo'sunu çok da aratmayan bir çok epik sahneyle kendini izleyiciye sevdirir ve hayran bıraktırır. Filmin en can alıcı yerlerinden birinde bir grup silahlı adam V'yi kıstırıp kurşuna dizerler. Ancak V ölmemiştir. Sonra da o epik laflarından birini söyler.

"Bu maskenin altında etten fazlası var. Bu maskenin altında fikir var ve fikirlere kurşun işlemez."

28 Mart 2015 Cumartesi

Bahar Okuma Şenliği - Arkadaş Yardımı

Burada bahar şenliğinden bahsetmiştim. Yazılarımı blogger dışından takip eden arkadaşım Zeynep de etkinliğe ilgi duydu ve kendisi için listesini yayınlamamı istedi. Zaten listede de bir çok kitap tavsiyem mevcut. Şimdilik küçük bir liste ama büyütmeyi planlıyor. Kendisine buradan iyi okumalar diliyorum.


26 Mart 2015 Perşembe

Düşüş - Mahkumlarla Deney - Yüzüklerin Efendisi - Sineklerin Tanrısı / Kötülük ve Güç Üzerine

"Kötülük hem ağırbaşlı hem de sefahat düşkünüdür.Ruhen ulvidir ama yıkıcı bir siniklikten mustariptir. Kişinin kendini megalomani derecesinde beğenmesini de içerir, kendine patolojik bir horgörüyle bakmasını da.

Terry Eagleton - Kötülük Üzerine Bir Deneme


Kötülük ağırbaşlıdır, bu onu boyun eğen yapar. Sessiz kalır sesinin gücüne inanmaz, diğerlerinin hükmedenlerinin gücünü gözünde putlaştırır. Arada ufak homurdanmalar çıkarır söylenir orada burada dem vurur, kendinden toplumdan bozuluştan ama kendi kapısının önünü silmeye bile çalışmamıştır. Oysa dünyadaki kötülüğü temizlemek için insan önce kendi şeytanıyla yüzleşmelidir. Kendi hatalarını görebilmelidir ve bunları neden yaptığını anlamalıdır. Nihayetinde kendini değiştirmelidir. Albert Camus'un bir avukatın dilinden dönemine ve dünyaya dair görüşlerini anlattığı Düşüş'deki karakter şunları söyler.

"Başkalarını mahkum edip hemen arkasından kendini yargılamamak mümkün olmadığına göre, başkalarını yargılama hakkına sahip olabilmesi için insanın kendisine yüklenmesi gerekir. Her yargıç sonunda kefaret çektiğine göre ters yönde yol almak ve sonunda yargıç olabilmek için kefaretçi olmak gerekir."


25 Mart 2015 Çarşamba

2015 Bahar Okuma Şenliği

Ana ilgi alanı kitaplar olan bir blog açıp da etkinliklere katılmamak olmaz. Adı Pınar sanırım arkadaşımız bunu uzun süredir devam ettiriyormu. Bloglar arasında dolanırken ben yeni keşfedebildim. Hiç düşünmeden atladım tabii. Pinuccia tarafından başlatılmış Bahar etkinliklerine hazır yetişmişken hemen katılıyorum. Listemi hazırladım ancak bazıları şu an elimde değil. Elime geçtiğinde onların da resimlerini koyarım bu mesajı güncelleyerek. Ne okusam derdine güzel bir çare oldu bu. Listeyi ara sıra güncelleyip yeni kitaplar ekleyeceğim ya da okuduklarımın üzerini çizeceğim. Hadi bakalım...


23 Mart 2015 Pazartesi

Lila - Sana Gül Bahçesi Vadetmedim / Delilik Üzerine...

"Elektrik şebekesi, gaz şebekesi, kanalizasyon şebekesi, metro tünelleri, tv kabloları ve belki de hiç duymadığı kim bilir daha bir sürü özel amaçlı şebeke; sinirleri damarları ve kas lifleri dev bir organizmanın.
Düşlerindeki Devin.
Tüm bunların bir insanın aklının alamayacağı kendine özgü bir şekilde işlemesi esrarlı bir şeydi. Yerin altında uzanıp giden bu tel ve boru sistemlerinden hiçbirinin nasıl düzenlendiğini bilmiyordu. Ama bunu yapan birisi vardı yine de. Gerektiğinde bu kişiyi bulmak için bir sistem ve onu bulacak o sistemi bulmak için de bir sistem vardı. Tüm bu sistemleri bir arada tutan birleştirici güç: Dev buydu işte."

"İnsanları gerçekten seversen bu yüzden canına okurlar. Onlardan nefret edeceksin, fakat onları seviyormuş gibi görüneceksin. O zaman sana saygı gösterirler. Fakat insanlardan nefret etmek ve onları da senden nefret ettirmekten başka yapabileceğin bir şey yoksa yaşamanın ne anlamı var ki? Herkesin herkesten nefret etmesi gereken bu dünyadan bıkmış usanmıştı."

21 Mart 2015 Cumartesi

Şamanlar Diyarı & Animeler / Nevruz ve Barışa Çağrı

Nevruz... Baharın başlangıcı. Farslar, Kürtler, Zazalar, Azeriler, Anadolu Türkleri, Afganlar, Arnavutlar, Gürcüler, Türkmenler, Tacikler, Özbekler, Kırgızlar, Karakalpaklar, Kazaklar tarafından kutlanan bir bayram. Nevruz eskiden aynı coğrafyanın insanlarının ortak sevinci birlikte yaşadıkları bir mutluluktu. Fakat bugün bazıları için ayrımın sembolü haline gelmeye başladı.

19 Mart 2015 Perşembe

Mülksüzler / İki Kutuplu Dünya ve 68 Bunalımı

Tarih kitapları Birinci Dünya Savaşı'nın 1914-1918 İkinci Dünya Savaşı'nın 1939-1945 yılları arasında yapıldığını söyler. Ama aslında buna bir süre durup dinlendikten sonra yeniden devam eden 30 yıl savaşları olarak bakmak daha doğrudur. Dökülen kanlar bir yana bu savaşlar elbette dünyayı kimin yöneteceğinin belirlendiği bir güç mücadelesidir. Ringin bir tarafında Almanya vardır. Diğer tarafında ise bir çok oyuncu vardır ama bunlardan en göze çarpanı her iki savaşa da damgasını vuran Amerika'dır. Aynı yıllarda serpilen ve yavaş yavaş büyüyen bir güç daha vardır. Sovyetler Birliği. İki dünya savaşı bittiğinde ve Hitler düştüğünde Amerika ve Sovyetler bunu el ele başarmışlardır. Bir araya gelirler ve Sovyetlerin çöküşüne kadar süren sınırlarını belirlemek için bir anlaşma yaparlar: Yalta Anlaşması. Anlaşmanın gizli maddeleri şunlardır:

1-) Dünya fiilen Amerikan Bölgesi ve Sovyet bölgesi şeklinde bölünecek. Ayrım çizgisi de İkinci Dünya Savaşı bittiğinde her ülkenin sahip olduğu sınırlar olacak.

2-) Sovyet bölgesi eğer isterse kendi üretim mekanizmasını kuvvetlendirene kadar Amerikan bölgeleriyle ticari alışverişini asgariye indirebilecek ama bunun karşılığında Amerika'dan bir yardım beklemeyecek.

3-) Her iki taraf da ateşli düşmanca bir retoriğe başvurmakta serbesttir.


18 Mart 2015 Çarşamba

Çanakkale'nin 100. Yılı

Tam 100 yıl önce bugün bugün Çanakkale'de büyük bir zafer kazanıldı. Osmanlı zor durumdaydı, gün geldi yiyecek yemek bulamadan aç karnına gittiler cepheye. Ölüm her an diplerindeyken bunun bir önemi de yoktu zaten bunun. Gencecik çocuklar gitti oraya ölüme gittiklerini bile bile. Korktular belki ama vatandır dediler müthiş bir bağlılıkla savundular. O gün herkes birdi. Türkü, kürdü, lazı, çerkezi aynı vatanı savunuyorlardı. Kimse sağı solu ideolojiyi düşünmüyordu. Ortak acıydı kalpleri birleştiren ve ortak korkuydu. Dünya savaşındaki diğer cephelerin aksine Çanakkale cephesi ya hep ya hiçti. Orada kaybetselerdi kesin ve etkili bir şekilde İstanbul da düşerdi. O zaman kimse Kurtuluş Savaş'ını başlatacak gücü de bulamazdı. Kurtuluş Savaşındaki askerlerimiz onlardan ilham aldılar bir destan daha yazmak için. Zaten Çanakkale zaferinin bu kadar büyütüldüğü zamanlar da onlardı. İçimizi ürperten bir sürü hikaye dile getirildi ki onların cesaretleriyle cesaretlensinler. O gün vatanın nasıl savunulduğunu bilsinler ki bugün de türlü oyunlarla ele geçirmeye çalışanlara karşı dik durup savaşabilsinler. 100 yıl unutulmadı onların destanları bir 100 yıl daha unutulmayacak. Ve hep ihtiyaç olacak hatırlamaya çünkü hep pusuda bekleyen bir düşman bulunacak.

16 Mart 2015 Pazartesi

Uçurtma Avcısı - Bin Muhteşem Güneş / Kanla Beslenen Topraklar: Bereketli Hilal

Tarih boyunca bir bölge vardır ki buraya sahip olan dünyaya sahip olur: Bereketli hilal... Bu tanım eski dünyanın bir çok medeniyetinin doğduğu ve battığı bir bölgeyi anlatmak için kullanılır. Güneyde Arabistan Çölü ile kuzeyde Doğu Anadolu dağlık bölgesi arasında yer alır. Eski Babil toprakları ile hemen yakınındaki Elam'dan (bugün İran'ın güneybatısı) Dicle ve Fırat ırmakları ile Asur topraklarına kadar uzanır. Zağros Dağlarından, batıda Suriye üzerinden Akdeniz'e, güney yönünde de Filistin'in güneyine kadar olan toprakları içine alır. Mısır'ın Nil Vadisini de bu bölge içine sokanlar vardır. Bölgenin eski tarım toplumları için önemi bir çok hayvan türünün ilk bu bölgeden yayılıyor olmasıdır. Pek çok yiyecek kaynağının yetişmesi için elverişli bölgeler buralardır. Hayatta kalmanın beslenmeye bağlı olduğu çağlar düşünülürse bu bölgenin o dönemki değeri daha iyi anlaşılır. Bereketli topraklar sadece en güçlülerin sahip olabildiği vaadedilmiş cennettir. Ona sahip olmak ve korumak içinse o toprağı kanla beslemeniz gerekir. Daha fazla ve daha fazla. Nitekim zaten kan hiç eksik olmamıştır. Bölge tek tanrılı dinlerin de doğduğu bölgedir aynı zamanda ve tüm dinler için kutsal bir anlamı olan Kudüs bereketli hilalin kalbidir. En çok kan burada dökülür. Her bir din görünüşte oranın kutsallığından gerçekte ise toprakların değerinden ve zenginliğinden dolayı burayı ister. Modernizmle ise kan dökülmesine sebep daha büyük bir şey çıkmıştır bu topraklarda: Dünyadaki en değerli petrol yatakları yine buradadır. Zaten petrolü doğuran şey önceden yok olup gitmiş milyonlarca insan, bitki ve hayvandır. Kanla beslenen toprağın meyvesidir petrol. Sebep olduğu şeyse daha fazla kandır.

15 Mart 2015 Pazar

Puslu Kıtalar Atlası - Rüyanın Öte Yakası / Hayaller Gerçek Olsa...

İhsan Oktay Anar'ın okuduklarım arasında en başarılı eseri Puslu Kıtalar Atlası aslında iç içe geçmiş ve sonunda birbirine bağlanan birçok hikayenin birleştiği bir roman. Öyküler yarı absürd yarı felsefi olarak dilencilerinden gizli teşkilatlarına kadar Osmanlı'yı mükemmel bir kara mizahla anlatmış. Eski bir dil kullanarak yazması da olaya farklılık katmış. Kitabın tüm karakterleri bir acayip ama bir karakter var ki hepsinden de ilginç. Uzun İhsan Efendi adındaki bu zat-ı muhteremin en büyük hayali dünyayı gezmektir ama buna ne cesareti ne de yapacak gücü vardır. Eline bir gün Rene Descartes'ın "Yöntem Üzerine Konuşmalar'ını ya da kitapta geçtiği şekliyle Rendekar'ın (röne dekart) "Zagon Üzerine Öttürmeler"i geçirir. Kitaptaki fikirler onu çok etkiler.

11 Mart 2015 Çarşamba

Alıklar Birliği / Gerçek Bir Hastalık Mıdır?



“Gerçek tam bir hastalıktır. Sıradan bir bilinç insan yaşamı için fazlasıyla yeterlidir.”


Dostoyevski bu sözleri Yeraltından Notlar'ındaki farkındalık hastalığına fazlasıyla kapılmış karakterinin ağzından söyler. Bu öyle bir hastalıktır ki bir çok insanı tımarhanelere ya da intihara sürüklemiştir. Bazılarını ise Oblomov'un o kayıtsız tembelliğine sürükler. Bu kişileri pek çok farklı yazar -ki bunların çoğu aslında kendileri de öyledirler- konu almıştır. Aralarında eserleri ancak bugün anlaşılabilen Oğuz Atay da vardır. Tutunamayanlar'da baş karakter olan Turgut'un oldukça sıradan olan yaşamı eski dostu Selim'in ölümüyle değişmiştir. Dostunu ölüme götüren nedenleri arayan Turgut türlü olaylar sonunda onun bıraktığı yazılara ulaşır. Bu fazlasıyla kara mizah kokan şiirler, notlar kitabın asıl kısmını oluşturur. Aslında tam da bunlar yüzünden bir şiir kitabı mı, tiyatro metni mi yoksa roman mı olduğu belli olmayan bir ornitorenke dönüşmüştür Tutunamayanlar. Yazıları okudukça Turgut da farkındalık hastalığına kapılmaya başlar ve her şeyden uzaklaşır. Notlarda geçen özel insan topluluğu Tutunamayanusların arasına katılıyordur artık. Ya da kim bilir belki de çoktan onlardandır ama yeni fark ediyordur.

8 Mart 2015 Pazar

Kara Elf Üçlemesi / Kadın - Erkek Hiyerarşisinin Tersdüz Edilmesi

Yıllar önce insanların büyüyü henüz unutmadığı, doğanın gizemli ve korkunç olduğu o çağlarda kadınlar kutsal varlıklar olarak bilinirdi. Çünkü doğa -ya da Tanrı- onlara en büyük sihri vermişti yeni bir birey dünyaya getirme ayrıcalığı. Evet fiziksel olarak güçsüzdüler, korunmaya bir erkekten daha fazla ihtiyaç duyuyorlardı ama bu ayrıcalıkları onları üstün kılıyordu. Kimi kültürlerde tanrısal özelliklere sahip oldukları düşünüldü. Rahibe olarak ayrıcalıklı bir konum verildi. Erkekler en iyi avları getirerek kadınların gözüne girmeye çalıştı. Bazıları bu uğurda birbirlerini öldürdüler. Ama yerleşik hayata geçildiğinde insanın düşmanı doğadaki varlıklardan çok birbaşka insan olmaya başladığında işler yavaş yavaş değişti. Erkekler kadınları istediklerini almaya zorlayabileceklerini öğrendiler ve zamanla kadının büyüsü olarak görülen doğurganlık erkeğin marifeti olarak görülmeye başlandı. İlk çağ ve ortaçağın karanlığı erkeklerin yönettiği baskıcı bir dünyada geçti böylece. Fahişeler ortaya çıktı erkeklerin zevklerini doyurmak için. Ama her kadın güçsüz değildi. Rusya'da Kraliçe Katharina, İngiltere'de Boleyn Kadınları, Osmanlı'da dizilerle ünlenen Hürrem... Bunlar en tepelere çıkıp kendilerini gösterebilenler. Daha soylular ya da halk tabakası arasında nice böylesi erkeklerin o sapkın arzularını onların zayıflığı olarak kullanan görünüşte başını erkeğinin önünde eğen ama gerçekte gizliden gizliye yöneten kadınlar da hemen her çağda bulundu. Sanayi devriminden sonraysa bu kadınlara işçi olarak haklar başta büyük bir ayrıcalıkmışcasına sunuldu. Ama 8 Mart'ın anlam ve önemine bakarsanız, grev esnasında ölenlerin kanlarının hatırasıyla karanlık bir gün olduğunu görürsünüz. Zaten kadına verilen haklarla ilgili tüm bu şeylerin de bir ihtiyaçtan -işgücü gereksiniminden- doğduğunu söyleyebiliriz. Modernizm kadının zeki ve kendini ispatlayabilenine yükselme hakkı tanıdı ama kalanı hala aynı konumu korudu.

6 Mart 2015 Cuma

Selam ve Biraz Kelam...

Buraya uğrayan olur mu bilmiyorum ama daha çok kendim için oluşturduğum bir şey aslında. 23 yaşında bir üniversite öğrencisiyim. Küçükken zayıf bir bünyem olduğundan dolayı hayatım hastanelerde geçti diyebilirim. Okumayı okula gitmeden öğrenenlerdendim ki bu isabet olmuştu zira birinci sınıfa gideceğim o kadar ard arda hastalık geçirdim ki okul yüzü görmedim desem yeridir. İlkokul öğretmenim anlayışlıydı neyse ki ve devamsızlık konusunu sınavları geçtiğim sürece ses etmedi. Kitap okumaya da Fahri hocam alıştırmıştı beni aslında. Onun verdiği kitaplar eve ya da soğuk hastaneye kapandığım zamanlarda tek sığınağım oldu yoksa çıldırırdım her halde. Bu kadar mazim olunca kitapların benim için önemi elbette büyük oldu. Bloğun başlığı olan Kan ve küller de zaten bir kitaptan Zaman Çarkı'ndan alınma bir deyim. Robert Jordan'ın kurguladığı evrende insanların hayata, bozuluşa, kötü giden her şeye karşı sövmek lanet etmek için kullandığı ortak söz kan ve küller. Seride başka küfür geçmiyor geçmesine de gerek olmuyor zaten sadece bu iki kelimeyle içlerini dökebiliyorlar. Neyse uzun uzun onu anlatacağım nasılsa. Zaman Çarkı bu konuda zirvedir ama Yüzüklerin Efendisi, Ejderha Mızrağı, Unutulmuş Diyarlar, Ravenloft, Ölüm Kapısı gibi bir çok evreni tattım ki kitaplığımın geniş bölümünü bunlar dolduruyor. Tabii farklı türlere ve klasiklere de yöneliyorum sıkça. Popüler kültür tarzından uzak sayılırım gerçi uğrayanların az olacağını düşünme sebeplerimden biri de bu.